Tarih
Halkların, milletlerin tarihleri hareketler tarihidir. Ancak hareketler içerik ve karakter bakımından değişik derecelidir ve bu değişik dereceler de halkların, milletlerin arasındakı farklılık gibi kendini göstermişdir. Söz konusu hareketlerin en büyüğü dünya tarihine (evrensel tarihe) içerik ve yön vermiş. Şöyle ki, M.S. 2-6 yüzyıllarda Batıya doğru yönelen Hun-Avar akını “Kavimlerin büyük göçü”nü başlattı, o zamanki “uygar dünya” nın (“medeni dünya”nın) haritasını, Avrupa`nın etnik yapısını, çehresini, siyasal oluşumunu değiştirdi, yeniden şekillendirdi ve “dünya ölçülü”, dünya çapında yeni sonuçlar doğurdu. Slav kavimlerinin tarih sahnesine çıkışı da söz konusu sonuçlardan idi.
Bizans’tan İstanbul’a Bilindiği üzere, İstanbul önce Bizans idi. Denildiğine göre milattan yaklaşık yedi yüzyıl önce temeli atılmıştır. Roma İmparatorluğunun başkenti Bizans (Romadan sonra), tarih kaynaklarının verdikleri bilgiye göre M.S. 330 yılında imparator I.Konstanti`nin adıyla adlandırılmış ve Konstantinopol (Konstantinopolis) olmuştur. Dördüncü yüzyılın sonlarından itibaren bin yılı aşkın bir dönem içinde Bizans imparatorluğunun başkenti olarak ve bir de “kültürel hayatı” ile tanındı. 1453 yılında ise İstanbul`a dönüştü ve dünya tarihinde yeni bir çağ başlatılmış oldu. Ne var ki bu “dönüşme” ile bir türlü barışamayanlar, barışmayı istemiyenler, bu oldu bittiyi içlerine sindiremeyenler bir özlem, bir nostalji ifadesi olarak “Konstantinapolis” adını kendi siyasal sözlüklerinde, edebiyatlarında yaşatmaya kalkıştılar.
Çargrad ve Sofiye Paleolog Bizans`ın – İstanbul`un ünü Slavları çekim alanına soktu. Bizans onlar için bir hayal olabilecek kültürel şehir yaşantısı teknolojisinin ihtişamını, tantanasını yaşamakta idi. Bu teknoloji, bu yaşantı onların gözlerini kamaştırıyordu. Slavların bir kısmı devlet olarak az çok güç kazandıktan sonra Konstantinopol İstanbul`a ulaşmak arzularını gerçekleştirmek istedi. Ne var ki “elde kılıç” ile bunu yapamadılar . Onlar Konstantinapol`a – İstanbul`a “elde barış” ile gele bildiler . O tarihlerde onlar daha Hrıstiyan değillerdi.Onuncu yüzyılda Kiyev Knezi (Prensi) İgor`un eşi Olga kocasının ölümünden sonra büyük knez olarak bir süre Knezliğin yönetimini tek başına eline aldı. Olga 957 yılında yakınlarından, görevlilerden oluşan bir grupla Konstantinopo`la gelerek burada Ortodoks Hıristiyanlığı resmi olarak kabul etti.Ona Yunan-Ortodoks geleneği gereğince “Helen” (“Hellen”) adı verildi. Sonraları ortaya çıkacak Panortodoks- Panslavizm-Rus hareketlerinin başlangıcı böyle başlamış oldu. Bu devir aynı zamanda Slav devlet ve toplum psikolojisinde, bakış açısında Konstantinopol İstanbul`a ilişkin kompleksin, aşağılık duygusu denilebilecek bir duygunun oluştuğu bir devirdi. Bundan ileri gelerek yüzyıllar boyunca Rusya`nın gözünde İstanbul “Çargrad ” (Hükümdar kenti) oldu. Çeşitli Rus kaynaklarında Çargrad adı Konstantinopol ve İstanbul`un anlamdaşına dönüşerek sağlamca yer aldı. Konstantinipol`un 1453’ten itibaren İstanbul olarak yeni, benzersiz bir yükseliş içine girmesi söz konusu komplekse büyük ölçüde kuvvet verdi.
Altın Orda`nın kendisine, kendi varlığına karşı bir “tarihsel hizmeti” olarak 15. yüzyılın sonlarından Moskva Knezliğinin yükselişi başladı.Moskva Büyük Knezi III. İvan 1472 yılında Sofiye (Zoe) Paleolog`la evlendi. Sofiye artık tantanasından, gösterişliliğinden, parlaklılığından tarihe gömülmüşlükden başka bir şeyi kalmayan Bizans`ın son imparatoru XI. Konstantinos`un yegeniydi. Bu evlilik dolayısıyla III. İvan, Moskva Rus Devleti`ni Bizansın varisi adlandırdı ve Bizans`ın “İkibaşlı kartal” armasını Rus Devletinin arması olarak kabullendi. III. İvan Bizans ile Moskva Rus Devletini kardeş, hatta aynı devlet saymaktaydı. Sofiye Paleolog ile evlilik kendisine fikri bir gıda vermişti.
Şark Meselesi ve Panslavizm Oncelikle Rusya için Akdeniz`in kapısı gibi meydana gelen İstanbul`un Türk- Osmanlı Devletinin başkentine dönüşmesi Rusya`nın sonraları net bir biçim alan, netleşen egemen ideolojisinde, ülke kamuoyunun birtakım aydın temsilçilerinin bakış açısında “affedilmez darbe” gibi değerlendirildi ve bu “darbe”egemen düşüncede bir yara açtı. Türk- Osmanlı Devletinin bir zamanlar bitmez tükenmez görünen kudret yükselişi 17. yüzyıl sonundan itibaren geri çekilmeye doğru yüz tuttuğunda İstanbul ve ona ait Boğazlar Avrupa devletlerinin, özellikle de Rusya`nın iştahlı göz diktikleri hedefi oluşturdu. Artık 17. yüzyılda Rusya`nın yükselişi başlamıştı. O, Karadeniz`i, İstanbul ve Boğazları ele geçirerek Akdeniz`e ulaşmaya can atıyordu. Rusya güçlendikçe, yayılımcılığa dönüştükçe “İstanbul özlemi” de hastalığa kaçan bir tutkuya dönüşmekteydi.
Aslında İstanbul ve Bogazlar meselesi 19. yüzyılda Avrupa büyük devletlerinin giderek daha etkin bir biçimde gündeme taşıdıkları “Doğu Sorunu” nun (“Şark Meselesi”nin) içindeyidi. “Şark Meselesi” bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu`nun mirasına konmak, onun topraklarını paylaşmak, Türkleri Avrupa`dan tamamıyla çıkarmak ve onların yerleştikleri yerleri de ele geçirmek idi. Bugün de yeni bir aşamada, yeni bir düzeyde sürmekte olan “Şark Meselesi”nde Batı –Avrupa- Rusya imperyalizmleri, Panslavizm ve onların yetiştirdiği “Yunan imperyalizmi” bir araya gelmekteler. Bu, bir araya gelme”, birliktelik onların Türk- Osmanlı topraklarını bölüşmek arzusunda kendini belirgin bir şekilde göstermekteydi.
Rusya Devleti Türk –Osmanlı Devletinin topraklarını ele geçirerek genişlemek, Akdenize ulaşmak, Balkanlarda konumunu sağlamlaştırm ve tümslav kavimlerinin (halklarının) birlikteliğini sağlayan bir federasyon kurmak (artık tarihe karışmış, ölmüş olmasına rağmen yeniden dirileceği umulan Bizans da söz konusu federasyonun içine alınacaktır) yolunda uzun süre Panortodoksçuluk ve Panslavizm gibi iki silahı kullandı. Rusya tüm Ortodoksları himaye etmeyi, onların hukuklarını korumayı, gözetmeyi kendisinin bir görevi olduğunu ileri sürerek aslında kendi nüfuz alanını genişletmek ve yeni topraklar ele geçirmek peşindeydi. Yayılımcı Panortodoksçuluğun gerçekleştirilmesinde özellikle I. Petro ve II.Yekaterina (Katerina) bir etkinlik ortaya koydular.
Büyük ölçüde “Alman Birliği” hareketinin bir etkisi olarak, Slav halklarının aydınları arasında kültürel bir hareket olarak 19. yüzyılın başlarında meydana gelen ve bir süre de romantik dönemini yaşayan Panslavizm- Slav birliği fikri 19. yüzyılda giderek ağırlığı artan siyasal bir nitelik kazandı.”Panslavizm” ifadesini ilk kez Slovak bilim adamı Yan Herkel Slav Dili üzerine yazmış olduğu ve 1826’da Budapeşte’de yayımladığı bir yapıtında kullanmıştı. Yan Herkel söz konusu ifadeye siyasal bir içerik vermemiş, onu dilciliğe uygulamıştı. Siyasal Panslavizmin ise “Tüm Slav monarşisi”ni yahut “Evrensel Rusya imparatorluğu”nu kurmak isteği vardı. Rusya`nın birçok sanatçı aydınlarının yapıtlarında bu isteğin sanatsal imajları sunulur, bilimsel tablosunu yaratmak yolunda girişimler ortaya konulurdu.
Sosyo-politik konuları işleyen yazar, sosyolog-kulturolog N.Y. Danilevski (1822-1885) Panslavizm`in ideologu idi. O, esas düşüncelerini Rusya ve Avrupa(1869) adlı kitabında sunmuştur. Bütün yargılarını halkların, milletlerin tarihsel-kültürel tipleri- uygarlakları fikri üzerinde kurmuştur.Böyle bir fikri (ideyanı) ileri süren N.Y.Danilevski`ye göre birbirinden ayrı var olan bu tipler birbirini sıkıştırıp ortadan kaldırırlar. Tarihsel süreci de sözü edilen tiplerin birbirinin yerine geçmesi belirler. N.Y. Danilevski belirtiyordu:tarih açısından geleceği olan en kaliteli tip “Slav tipi” dir ve bu tip ileAvrupadaki Romen-Germen tipi arasında ayrımlılık bulunmaktadır. Çarlık düzeninin politikasına, onun egemen ideolojisine-şovenizmine hak veren N.Y.Danilevski istikbalde Rusya`nın başında bulunacağı federatif Slav Devleti`nin kurulmasından söz açıyor ve Çargrad adlandırdığı İstanbul`u da bu devletin başkenti olarak gösteriyordu.
Çok geçmeden Panslavistler Balkanlarda çapulcu çete hareketini örgütleyenlerin, bu hareketi Türk- Osmanlı yönetimine karşı yöneltenlerin en ön safında yürüdüler. Çeteciler yıllar yılı sayısız insanların, kadın ve çocukların kanını su yerine akıttılardı. Balkanların çok büyük bir kısmını kapsayan Makedoniya`da 19. yüzyılın sonunda çeteci-terörist eylemler kızışarak büyük ölçüde katliamlar yaptılar. Bu katliamlar, eşdeyişle kıyımlar ile ilgili olarak dokuz Fransız subayının bölgede inceleme yaparak hazırladıkları raporun bir bölümünde şunlar denilmekteydi: “Gerçek söylenecek olursa, görülür ki, Makedonya katliamları bütün teferruatıyle Bulgar teröristleri, Bulgar komitacıları tarafından evvelce tertip ve teyin edilmiş ve daima bir hesaba müstenid bulunmuştur: O da Türkiye`nin vahşi, gayri kabili ıslah ve daimi bir anarşi içinde bulunduğunu, Hıristiyan anasıra mevcudiyet ve asayiş-i beşeriye hakkında en iptidai şeraiti bile teminden aciz olduğunu Avrupa’ya karşı ispat etmektir”. Bunları- bu sözleri Fransız savaş muhabiri S. Lozan “Hastanın Baş Ucunda Kırk Gün Muharebe” adlı kitabında yazıyordu.
İstanbul, Şark Meselesi ve F.M. Dostoyevski İstanbul`u Türklerin elinden almak, Türk topraklarını ele geçirerek genişlemek yalnızca Rusya devlet adamlarının,yüksek askeri kurum temsilcilerinin arzusu değildi. Bu tutkulu arzu, istek Panslavizm`e devlet adamlarından önce siyasal bir nitelik kazandıran aydınlar arasında geniş çapta yaygınlaşmış, onların yaratıcılığında fikir-estetik yönelişlerinden birini oluşturmuştu. Bu denilenleri insan psikolojisinin “dahi cerrehı” F.M.Dostoyevski Yazarın Günlüğü başlıklı yazılarında oldukca açık şekilde sergiliyor ve saptıyordu.
F.M. Dostoyevski Yazarın Günlüğü başlığı altında sosyo- politik konulu yazılarını zamanın dergi sayfaılarında yayımlamıştır. Sonraları bu yazılar bir araya getirilerek bir kaç ciltte (21-27. ciltlerde) kitaplaştırıldı. F.M.Dostoyevski Yazarın Günlüğü`ndeKonstantinopol (İstanbul), Türkiye, Şark Meselesi (Doğu Sorunu) gibi konuları tekrar tekrar ele almış, bir Rus milliyetcisi olarak ve milliyetciliğin ötesinde ırkçı, hatta şoven denilebilecek bir tutum sergilemiştir. Onun söz konusu konular, sorunlar üzerine fikir ve düşüncelerini dile getiren sözlerinin bir kısmını okurların dikkatine sunmakta bir yarar vardır.
F.M. Dostoyevski ne diyor, neleri anlatıyordu?
F.M.Dostoyevski diyordu ki, Konstantinopol ergeç bizim olacaktır. Konstantinopol ve Haliç, dünyanın birinci dereceden politik noktasıdır. Bunu mu ele geçirmemek gerekir? diye bir soru yöneltiyor ve kendisi de soruyu yanıtlandırarak şöyle belirtirdi: Evet, Haliç ve Konstantinopol, hepsi bizim olacaktır...Bu kendiliğinden olacaktır, çünkü zamanı gelmiştir, eger henüz gelmemiştirse, o halde şimdi zamanı yakındadır ve bütün belirtiler bunu göstermektedir. Bu çıkış yolu doğaldır, bu böyle diyelim ki, doğanın kendi sözüdür. F.M. Dostoyevski devam ederek düşüncesinin açıklamasını şu sözlerle ilerletiyordu: Zamanın olgunlaşmadığından dolayı Rusya Konstantinopol ve Halic`i önceleri ele geçirmemiştir. Şimdise durum, şartlar bambaşkadır. Asıl olan şudur ki, Rusya kendi gücünü bilmiştir ve gerçekten güçlü olmuştur, hem de nasıl daha güçlü olacağını da bilmiştir.
Bilindiği üzere, Yunanlı da Konstantinopol`a, Boğazlara (hatta bunlarla yetinmeyerek Anadolu`nun bütününe) hak iddia etmekteydi. F.M.Dostoyevski Yunanlı`nın iddiasını haksız bulurdu. Konstantinopol`u, yeryüzünün bu önemli noktasıını Yunanlı`ya vermek olmaz; bu onların çapı için fazla olurdu, diye Yunanlı`nın iddiasına karşı çıkıyor, bu iddiayı çürütmeye çalışıyordu.
Peki, kimin Konstantinopol`a sahip çıkma hakkı vardır? Bu sahip çıkma hakkının nedeni nedir? F.M. Dostoyevski bu soruyu net olarak şöyle yanıtlıyordu: Ortodoksluğun öncüsü, koruyucusu, gözetcisi görevi daha III. İvan`dan itibaren Rusya için ayrılmıştır, tahsis edilmiştir. Ancak Büyük Petro`dan sonra Rusya kendi görevini yerine getirmek gücünde olduğunun bilincine vardı. Fiilen ise artık Ortodoksluğ`un, Ortodoks halkların gerçek ve biricik koruyucusu olmuştur. İşte neden, işte eski Çargrad`a sahip çıkma hakkı budur...
Yukarıda yazarın düşüncesini anlatırken 1876 tarihli yazısından alıntılar yaptık. O, 1877`de de konuyla ilgili düşüncesini daha kapsamlı bir biçimde yazıya dökmüştür. Mart 1877 tarihli yazısının bir yerinde şunları söylemekteydi: Benim
Günlüğümün geçen yılın Haziran sayısında demiştim ki, Konstantinopol “ergeç bizim olmalıdır”... Ben o zamanki makalemi “Ütopik tarih anlayışı” gibi adlandırsam da kendi sözlerime kesinlikle inanır ve onları ütopik bulmurdum; evet şimdi de sözlerimi aynıyla doğrulamaya hazırım.
F.M. Dostoyevski Ruslar tarafından Konstantinopol Türklerden alınmalı ve sonsuza dek bizim olarak kalmalı, yalnız bize ait olmalıdır, diyerek yazılarında Türkiye`ye karşı tehdit rüzgarını estirir, kışkırtıcı sözler ile Rusya`yı Türk topraklarının bir kısmını istila etmeye çağırıyordu. Rusya yalnızca Konstantinopol`a ve onun Boğaziçi, Boğazlar gibi gerekli bölgelerine sahip olacak, orada ordu, istihkam, tahkimat, donanma bulunduracaktır ve uzun süre bu durum böylece de kalmalıdır, diyordu. Bu sözler aynı zamanda Rus halkına tüm Slavlara bir çağrıda bulunma idi. F.M Dostoyevski bazen düşüncesini somut bir biçimde slogan atarcasına anlatırtı: Konstantinopol Doğu dünyasının merkezidir, Doğu dünyasının manevi merkezi ve başı ise Rusya’dır.
Bu yazının yukarıdaki ilk kısmında belirtildiği gibi siyaset dünyasında, uluslararası ilişkilerde dillere destan, adı üstünde bir “Şark Meselesi” (Doğu Sorunu) vardır. “Şark Meselesi” F.M. Dostoyevski`nin dikkatini üzerine yoğunlaştırdığı konulardan biri olmuştur. O, Şark Meselesi üzerine düşüncesini, görüşünü şöyle özetler: Kısacası, bu müthiş Şark Meselesi neredeyse bütün gelecekteki yazgımızdır. Bütün görevlerimizi, hedeflerimizi, başlıca olarak da tarihin tamına biricik çıkışımızı kendinde barındırmaktadır... Şark Meselesi aslında Ortodoksluk yazgısının çözümüdür. Ortodoksluk yazgısı ile Rusya`nın görevi ise birleşip kaynaşmıştır. Demek ki, F. Dostoyevski`ye göre Şark Meselesi yalnızca Rusya`nın bir kendi meselesiymiş.
Peki, söz konusu Sorun`un (Mesele`nin) çözümü nerede gerçekleşebilecektir? F. Dostoyevski bu soruyu da somut olarak yanıtlar: Şark Meselesi yalnız Konstantinopol`da çözülebilir. Yani F. Dostoyevski`nin kanısınca Konstantinopol`un Rusya tarafından ele geçirilmesiyle, fethiyle söz konusu çözüm gerçekleşecektir.
Ben burada bu yazıda F. Dostoyevski`nin fikir ve düşüncesini, Türkıye’ye, Türklüğe bakış açısını, yaklaşımını yanısıtan sözlerine pek kısıtlı bir şekilde müdahalede bulundum. Ek yorumlarda ( bu ise başka bir yazının konusudur) F. Dostoyevski’nin düşünce ve görüşü ile okurların gözleri arasında, şöyle dersek, aracılık etmek istemedim. Başka bir deyişle, F. Dosteyevski’nin düşüncesini yansıtan sözlerı okurlar çıplak gözle okusunlar istedim. Aslında F.Dostoyevski’nin düşüncesini kendi sözleri apaçık bir bicimde yorumlamaktadır. Şunu da belirteyim ki, yazarın düşünce ve görüşünü (konumuzla ilgili) yansıtan örnekleri, pasajları onun Toplu Eserlerinin (orjinal yayın) 23, 25 ve 26. ciltlerinden aktardım.
A. S. Puşkinin İki Mısrası Panslavizm idelojisinin siyasal bir akın olarak kendini daha açık, belirgin, daha geniş çapta göstermesinden az önce A. S. Puşkin Slav halklarının gelecek yazgısına ilişkin bir konuyu ortaya koyar. Onun ‘’Rusya’nın İftiracılarına’’ adlı şiirindeki şu iki mısra -
Slav selleri birleşecek mi Rus denizinde?
O soğulacak mı? İşte sorun bu
o zamanki Avrupa kamu düşüncesinde söz oldu; Rusya devletine özgü istilacılık eğiliminin bir dustur ifadesi, belirtimi gibi değerlendirildi. O zaman ortaya konulan düşüncelerin, değerlendirmelerin ne derecede haklı ve haksız olduğunu isabetli şekilde A. S. Puşkininin kendi mısraları belirler.
A.S. Puşkinin kaygısı tekanlamlıdır: Rusya’nın kucaklayacağı Slav Birliyi’nin kurulması!
Fyodor Tyutçev’in ŞiiriRus Devletini Bizans’ın asıl mirascısı olarak gören, İstanbul’u Türklerden almayı bir yazgı meselesi gibi değerlendiren, Rusya’nın Türk-Osmanlı Devleti’nin topraklarını ele geçirerek genişlemesini arzulayan Rus aydınları arasında 19. yüzyılın tanınmış şairi Fyodor İvanoviç Tyutçev (1803-1873) de vardı.
F. Tyutçev eski, soylu bir aileye mensuptu. Rus geleneğine göre böyle bir aileye “dvoryan” aile denilmekteydi. Eski soylu (dvoryan, aristokrat) bir aileye mensup olması F. Tyutçev’in soy-sop, köken bakımından Slav ırkından gelmesini bir kadar soru işareti karşısında koysa da o, sanatsal yaratıcılığında Panslavizmin bir sözcüsü, ifadecesi olarak görünmektedir.
Rus yazınsal eleştirel fikri F. Tyutçev’i Rus felsefi – lirik şiirinin en büyük temsilcilerinden biri gibi değerlendirmiştir. Rus sembolistleri, eşdeyişle simgecileri onu bir öğretmen, bir üstad olarak benimsemişlerdi. Ancak sonraları Rus yuzınsal eleştirisi böyle bir benimsemeyi simgecilerin tekyanlı bir yaklaşımı gibi niteledi. F. Tyutçev’i üstün yetenekli, üstün istidat sahibi bir şair gibi değerlendirip tanıtan N. A. Nekrasov olmuştur. N. A. Nekrasov onun şiirlerini “Rus şiiri alanında az görülür parlak bir olay” sayar, “bütün yaztıkları gerçek ve güzel bir istidadın damgasını taşır” der ve onu birinci dereceden Rus şairi adlandırırdı.
Rus yazınsal eleştirisi Rus şiirinin ustası sayılan F. Tyuçev’in biçim ve içerik yenilikleri bakımından cesaretli olduğunu, sözün örtülü anlam ayrıntılarını (nüanslarını) yakalayabildiğini, fikri sanatsal imajlar ile ifade ettiğini gösterir. Dünyaca ünlü L. N. Tolstoy ise onun “Rus diline karşı duyarlılığı”na hayranlığını belirtiyordu.
Romantizmden gerçekçiliğe doğru bir hareketin 19. yüzyıl Rus şiirinin ayırdedici bir özelliğini oluşturduğu bellidir. F. Tyutçev’in sanatsal yöntemi de bu doğrultaya ait edilmektedir. Şunu da belirteyim ki, amacım F. Tyutçev’in şiirini kapsamlı bir biçimde çözümlemek, incelemek değildir. Burada, bu yazıda dikkati F. Tyutçev’in kendi siyasal bakış açısının onun şiirine yansımasına yöneltmek, onun kendi siyasal görüşünü şiirinde nasıl dile getirdiğinin üzerinde toplamak istiyorum.
F. Tyutçev’in tutucu olan siyasal görüşü Rusya saltçılığının (otokrasinin), yani Çarlık düzeninin çıkarına hizmet eder. Bu saltçılığın (otokrasinin) bakış açısında, felsefesinde “İstanbul özlemi”nin ayrıca bir yeri vardır. Bu aynı zamanda bir çok Rus aydınlarının ortak “özlemi”, ortak isteğidir. F. Tyutçev şiirlerinde bu “özlem”in, isteğin sanatsal anlatımını, imajını sunar ve bu zaman da tarihe sık sık başvurur.
... Ordusuyla Rus Prensi Oleg 907 yılında Konstantinopolis İstanbul’a karşı yürüyüşe geçti ve saldırdı. Ancak Bizans ile asla savaş yoluyla baş edebilmeyeceğini anlayarak onunla barış antlaşması yapar, 911’de ise bu antlaşmayı yineler. F. Tyutçev “Oleg’in Kalkanı” (“Olegov şşit”) başlıklı şiirinde sözü edilen yürüyüşü, saldırıyı anımsayarak İstanbul’un “eğretilemeli (metaforik) istilası”nı sunar (bu yazıda F. Tyutçev’in şiirlerinden örnekler kelimesi kelimesine çeviride verilmektedir) : Müslümanlar Allah’a dua eder, yalvarır ve O’nun Peygamberini överler. Müslümanlar dualar, yalvarış yakarışlar ile Tanrı’nın yardımını isterler, kurtuluş dilerler. Bu dualar, yalvarış yakarışlar geceye bürünmüştür:
Gece yarısıdır! Herkes, herşey susmakta
Ansızın... bulut arkasında Ay parladı,
Ve İstanbul’un kapıları üzerinde
Aydınlattı Oleg’in kalkanını. Müslümanların duaları “gece” ile birlikte sunulur. Bu birliktelik simgesel bir nitelik taşır. Gece yarısında Ay bulutlar arkasından çıkıp Olegin kalkanını (İstanbul’u özleyen, İstanbul’un hasretini çeken kalkanı!) ışıklandırır. F. Tyutçev’e göre Olegin kalkanı İstanbul’un kapıları üzerinde bugün de ışıklanmaktadır: bu ışıklı kalkan İstanbul’un istilasına bir çağrıdır.
Panortodoksçuluk Panslavizmin hep yanında bulunmuş, ona yoldaşlık yapmış, sözün kısası doğuştan can ciğer olmuşlardır. F. Tyutçev’in siyasal bakışında bu iki akım, hareket birbirinden ayrılmaztır, bir bütünü oluştururlar. Bu bütünün hedefi yine de İstanbul ve Doğu ’dur. Bunu “Şafak” (“Rassvet”) şiiri tutkuyla dile getirmektedir: Tan atıyor, şafak söküyor, gece geçip gitmiş,
Bogaziçinde sular kızarmaya başlamış. Ancak İstanbul’da - Çargrad ’ – da kilise çanları şimdilik susmaya devam etseler de yani İstanbul şimdilik Müslümanlar ’ın elinde bulunsa da “Çok geçmeden ışıklı gün başlayacak” ve İstanbul alınacak, tüm Doğu ’yu çan sesleri dolduracaktır. Bu “kutsal görevi” ise Rusya yerine getirmeli:
Kalksana ya Rus! Artık vakit yakın!
Kalk İsa ayini aşkına,
Artık Çargrad ’da haç çıkararak
Çanı çalmak zamanı gelmedi mi?
Duyur sesini ibadet çanı,
Ey Doğu baştan başa o sesle dol! Bu “kutsal görevi” yerine getirmek, gerçekleştirmek için Rusya hazırlaşmalı, silahlanmalıdır. Yarınki gün Ortodoks ve Slav günüdür.
Pusatında göğsünü dinsel inancla ört,
Güc versin sana çok büyük, azametli Tanrı!
Ey Rus büyüktür yarınki gün
Tüm dünya günü, hem de Ortodoks günü
deyişiyle F. Tyutçev Ortodoks gününü bütün dünyanın, tüm insanların günü gibi sunar. Bu düşüncenin ise istilacılık, yayılmacılık nitelikli bir düşünce olduğu açıktır. Şafak aynı zamanda bir başlangıc demektir. F. Tyutçev şiirinde Ortodoks – Slav – Rus tarihinin yeni bir başlangıcını, yeni bir evresini salık verirdi.
Başında Rus Çarı’nın bulunduğu tüm Slav halkları birliğini öngören, ileri süren Panslavizm 19. yüzyıl ortalarından itibaren Rusya’da kesinlikle siyasal nitelik taşıyarak yanında dinsel bir içeriği de bulunduran irkçılık ve istilacılık ideolojisi gibi kendini gösterdi. Bu ideolojinin ve ondan doğan, ileri gelen koyu dinsel – Panslavist çağrının daha açık ifadesi bakımından F. Tyutçev’in “Rus Coğrafyası” (“Ruskaya Geografya”)ve “Kehanet” (“Proroçestvo”) şiirleri dikkati çeker. F. Tyutçev’in siyasal düşencesinin ve bütünlükte onun şiirlerine özgü içeriğin, aydınlığa kavuşmasında adları geçen şiirler özel bir yer tutarlar.
“Rus Coğrafyası” iki parçalıdır. Birincide Rus saltanatının – Rus imparatorluğunun başkentleri şöyle işaret edilir: Moskva, Petro’nun kenti ve Konstantinos’un kenti. İşte, budur Rus saltanatının miras başkentleri...
Böylelikle söz konusu saltanatın başkentleri bellidir: Moskva, Peterburg ve Konstantinopolos – İstanbul. Bir saltanatın başkentleri varsa, o zaman onun hudutları da olmalı. F. Tyutçev şöyle bir soru ortaya atar:
Ancak nersesidir onun uçları, nerdedir sınırları?
Kuzeyde mi, doğuda mı, güneyde ve günbatısında mı? Şiirin ikinci parçasında Rus coğrafyasının harıtası netleştirilir; meğerse bu coğrafya yer yuvarlağının çok büyük bir kısmını kapsıyormuş. Hem de bu saltanatın sınırları Kutsal Ruh (Hıristiyanlık inancınna göre Tanrı kavramındaki üç hipostazdan – asıldan üçüncüsü) ve peygamber Daniil (Bibliya geleneğinde dini bütün kişi ve peygamber bilge) tarafından önceden belirlenmiştir. F. Tyutçev Rus saltanatının sakral (dinsel gizemli) nitelik taşıdığını Bibliya – Hıristiyan geleneğine dayandırmak, bu gelenek ilkeleriyle temellendirmek istiyor ve düşüncesini şöyle dile getiriyor:
Nil ’den Neva ’ya, Elba ’dan Çin ’e kadar,
Volga ’dan Fırat ’a, Ganj ’dan Tuna ’ya kadar...
İşte Rus saltanatı... ve böyle gitmez ebediyen
Nasılsa Ruh öngörmüş ve önceden haber vermiş Daniil. Bu şiir aslında gelecekteki istilanı kutlamadır, ona hak kazandırmadır, başka bir deyişle, saldırıya övgüdür.
F. Tyutçev Ortodoksçuluk ile Panslaviznin bir bütün olarak sanatsal anlatımını “Kehanet” şiirinde de sunmaya çalışmıştır. O, Rusya Çarının, Rusya saltçılığının öncülüğü ile gerçekleşecek ve Bizans ’ın da içinde bulunacağı Slav Birliğine gene de sakral – dinsel gizemli nitelik kazandırmak ister. F. Tyutçev ’e göre Rus Çarı ’nın başında bulunduğu bu “Birlik” kutsal güc tarafından önceden belirlenmiştir. Bundan dolayı bu birleşmenin önünü almak olanaksıztır: “O baş gösterecektir!”
Sofya ’nın eski kubbeleri
Yeniden kurulmuş olan Bizans ’ta
Yeniden örterler İsa masasını.
Yüzükoyun kapan onun önündü ey Rus Çarı,
Ve kalk ayağa tümslav çarı olarak!“İspritizma ile önceden haber verme” (“Spiritiçeskoye predskazaniye”) şiiri de bundan önceki iki şiirle uyumluluk içindedir. F. Tyutçev gelecekteki Rus imparatorluğundan bir daha güvenle söz etmektedir. Gösterişli günler başlayacak, Rus Devleti ona vasiyet edilmiş “kutsal” sınırlarına uluşacaktır.
Eski Moskva da olacak
Onun üç başkentinden en yenisi.
Rus imparatorluğunun bu üç başkentinden biri “Rus Coğrafyası”ndan da bilindiği üzere İstanbul ’dur, yani Çargrad ’dır.
F. Tyutçev, yukarıda işaret edildiği gibi, tümslav halklarını, Ortodoksları bir bayrak altında birleştirmeyi, Bizans ’ı diriltmeyi, yeniden kurmayı Rusya Devletinin kutsal bir görevi, alın yazısı sayar. O, “Hanka`ya” ( “ K Ganke”) başlıklı şiirinde Slav tarihine göz gezdirerek bir zamanlar Slavların dağınık, parçalanmış olmalarından, bazen de birbirleriyle savaş içinde bulunmalarından, Almanların ve Türklerin baskılarına uğramalarından üzülerek söz açar:
Özgedinliler, yabancılar
Bizi ayırdılar, parçaladılar.
Kimimizi Alman dilsiz etti,
Kimimizi Türk rezil etti. Panslavizm ilkönce Çek ’ler arasında meydana gelmiştir. 18. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın başlarında birtakım Çek aydınları Slav ırk duygularını uyandıran eserler yazıp yayımlatıyorlardı. Bu gibi aydınlardan biri de Vatslav Hanka idi. F. Tyutçev de demin adı geçen şiiri ona adamıştı. Çek filolog ve şair, zamanının ünlü Panslavisti V. Hanka (1791 - 1861) Slav kavimlerinin halkbilimine (folkloruna), tarihine, Çek ve Polonya (Leh) gramerine dair kitabların yazarıydı. V. Hanka hem de sahtekarlığına göre tanınmıştı. O, hazırladığı iki elyazmasını Çek-Slav dili ve tarihine dair çok eski iki elyazmasıymış gibi ortaya koymuş, aslında ise sözde çok eski olan elyazmaları çağdaş Çek ve Alman dillerine çevirisiyle birlikte yayımlatmıştı. Sonraları, 19. yüzyılın sonunda, söz konusu elyazmaların sahte olduğu bilimsel biçimde tam ispat edildi. Ortaçağ Latin sözlüğü ’ne Çekçe haşiye de Stembergli Yaroslav ’ın güya 1242 ’de Moğol - Tatarlar ’ı yenilgiye uğratarak zafer kazanmasına dair hikaye de V. Hanka ’nın düzmeciliklerinden idi. Daha kendi zamanında düzmeci (sahtekar) gibi de tanınmış olan V. Hanka Çek-Slav ulusal uyanışına epeyce etkide bulunmuştu. Onun sahte “bulgular”ı Çek milliyetçilerinin siyasal istek ve düşüncelerine çok uygun gelmekteydi. Slavların yukarıda sözü edilen “dağınıklık devri”ni “karanlık gece” adlandıran F. Tyutçev V. Hanka ’nın “karanlığ”a ışık tuttuğunu belirtiyordu:
İşte bu karanlık gecenin ortasında
Burada, Prag tepelerinde
Cesur insan, edebli gözeten
Fener yaktı karanlıkta. Bu ışık sonucunda “tümslav toprağı” ortaya çıktı ve bütün boyutları ile belirdi. F. Tyutçev ’e göre bu toprak oldukça büyüktür. “İşığı”ın ortaya çıktığı “mucizeli gün”den sonra Slav Birliği için ışıklı günler başladı.
Kardeş seslerinin lehçeleri de
Yeniden anlaşılır oldu bize,
Gerçekte görecekler torunlar
Babaların rüyada gördüklerini. Şiirin bu son bölümünde istilacılık tutkusu da açıkca görünmektedir. Anaların, babaların rüyada gördükleri “Rus Coğrafyası”ndan da belli olduğu üzere uçsuz bucaksız topraklardır. Bu tutku ise hayat gerçekliği ve adalet ile ilişiği olmayan bir tutkudur.
Bu tutkuyu F. Tyutçev başka bir şiirinde “Yalnız o zaman tam sevinç içinde” (“Togda liş v polnom torjestve”) – şöyle ifade eder: tümslav birliğinde (dünya Slav gromadasında) hasreti çekilen düzen, kuruluş Rus ile Polonya barıştığında sağlanacaktır.
O ikisi ise barışacaktır
Peterburg ’da değil, Moskva ’da değil,
Fakat Kiyev ’de ve Çargrad ’da... Polonya Krallığı Rus İmparatorluğuna bağımlıydı. Çarizm ise Polonya ’nın bağımsızlık uğrunda mücadelesini kan içinde bırakırdı. Tümslav kavimler birliğini öngören, ileri süren Panslavizm bu birliktelikte Polonya ’ya yer vermiyor, onun Slav karakterini yitirerek Batı’ya mensup olduğunu belirliyordu. F. Tyutçev ise “Slav Birliği”nin bütünlüğü için Rusya ile Polonya arasında barışığın sağlanmasını arzu etmekteydi: Panslavizimin çağrıcı şairi olan F. Tyutçev ’e göre bu barışık en sonunda Çargrad ’da - İstanbul ’da imzalandıktan sonra yürürlüğe girecektir. Burada o, İstanbul ’dan bir Rusya şehri gibi söz açar. Bunun için de öncelikle İstanbul Türklerden alınmalıydı.
Hümanizma Fyodor Dostoyevski ve Fyodor Tyutçev Rus edebiyatının, Rus milli kültürünün klasikleridir, vatansever yazar ve şairidir. Onların ikisi de Rus milli kültürünün övüncüdür. F. Dostoyevski dünya edebiyatına belirli bir etkide bulunmuş olan Batı anlamlı “hümanist düşünür” olarak tanınmıştır. Ama bu yazının başlangıç kısmında bu “hümanist düşünür”den aktardığımız istilacılığı estiren sözlerini de burada anımsamak yerinde olur dersek yanlışlık olmaz. F. Tyutçev de Batı anlamlı “hümanist”tir.
Ne var ki Batı anlamlı “hümanizma” gerçekten de insanseverliktir mi? Sorusu bugün gündemde olan meselelerdendir. Her iki sanatçı “hümanist”tir denildiğinde “insansevercik” göz önünde bulundurulur. Rus saltçılığının, Panslavizmin gözüyle bakıldığında evet öyledir. Fakat adaletin ve yer yüzünde yaşam hakkı olan diğer halkların, milletlerin gözüyle bakıldığında demek olur mu “evet öyledir”?
Batı hümanizmasından ve insanseverliği onun ne derecede ifade etmesinden çok konuşulmuş ve konuşulmaktadır. Dünya ise ancak Batıdan oluşmuş değildir. Dünyanın öbür, başka bir yarısı, başka kasımları da vardır. Dolayısıyla doğal olarak farklı içerikte başka “hümanizma” da vardır.
4 Ocak 1920 ’de İngiltere ’nin (Büyük Britanya ’nın) o zamanki dış işleri bakanı C. N. Kerzon (Curzon) yazıyordu: “Türkler Avrupa ’dan atılmalıdır. Amerikalı senator Lodcun dediği gibi, İstanbul Türklerden tamamıyla alınmalııdr. Bir veba tohumu, savaşların yaratıcısı... olan Türkler Avrupa ’dan silinmelidir.”
Avrupa ’nın dördüncü Haçlı seferinin katılımcıları 1204 yılı Nisanında Konstantinopolos ’u (İstanbul ’u) ele geçirdiklerinde dindaşlarının bu kentinde taş taş üstünde bırakmadılardı. Onlar burada 57 yıl egemen olarak ancak yağma ve katliam yapmakla uğraştılar. Türkler 1453 Mayısında Konstantinopolos ’a - İstanbul ’a girdiklerinde Fatih Sultan askerine, adamlarına “onun bir taşına da dokunmayınız” dedi ve dokunmadılar. Türkler kendilerine özgü sanat yoluyla yarattıkları eserleriyle ve yönetimleriyle İstanbul ’u dünyanın en güzel ve benzersiz kentlerinden birine dönüştürdülür. Aslında ise en güzel ve benzersiz bir kent gibi dünyanın merkezi yaptılar.
* * * Bir gerçektir ki birkaç yüzyıl yaşı olan diri (!) iddialar var. Onlar bazen bir süre dış yüzden yaşamını kaybetmiş gibi görünseler de hâlâ ömür sürmekteler. Bu iddialar kendilerine çeki düzen vererek ideolji biçiminde ortaya çıktığında daha çekici bir güce dönüşür ve avlarını daha tutkuyla izlemeye başlarlar.
Bu yazı Adalet (Bakü) gazetesinin 6 ve 7 Ekim 2009 günlü sayılarında “Panislavizim`in Hasreti” başlığı altında Azerbaycan Türkçesinde yayımlanmıştır. Güncelliğini göz önünde bulundurarak bu kez genişleterek Türkiye Türkçesinde bilgisayar aracılığıyla okuyucu ve izleyicilerin dikkatine sunuyurum. Bilindiği üzere, gerçek Atatürkçülüğün temel ilkelerinden biri şudur:Kendi ulusal çıkarlarından asla ödün vermeden komşularla (bu arada diger devletlerle de) barış içinde bulunmalı ve bu barışı kurarken de tarihsel ilişki ve gelişimelerin (kendi devletiyle komşu olan ve olmayan devletler arasında) içerik ve niteliği kesinlikle unutulmamalı. Çünkü tarihsel ilişkilerin ayırt edici niteliği, yönelişi günümüz ilişkilerde iz bırakmış olacaktır. Buradan yola çıkarak örneğin M. F. Dostoyevski hayranlığı yanılmışlık ve yanıltıcı olmasın! Ne denilmiş? Denilmiş ki, tarihten ibret alınacaktır!