Bahtiyar Aslan - Aşk ki acıya bulanmış bir yaz güneşi
01.03.20
Avanqard.net türk şairi Bəxtiyar Aslanın şeirlərini orjinalda təqdim edir.
kalaycı sularla seyrelen kanım közle yoğun ışık bir dudağa değer yağmur bir yoruma erkekçe sen bana kahvenin buğusu diyorsun köpeğin tehlikesidir susmak akşamın başladığı yerde kıpkızıl denizle kıpkızıl gökyüzünün kapanan bir ağız olmasıdır diyorsun önce
kelebek denildi mi siren sesleri kimse azraili beklemiyordu oysa kafkas dansıyla birden senin gözlerin halayıksa halayık boynun cariyeyse cariye bizim evimizin bahçesinde veda çiçekleri açmıyor ki iki beyaz diş sonra
ama ben kendimin rüyasıyım içimde yaşamayan hiçbir şehrin içinde yaşamadım eğilip üstümüze kuşkuyla gelen bir mevsim var dünyaya asılmış fotoğrafımız kayadan sekerek baharlanan kalbimize keklikten yılana doğru kan
siyahtan ve kızıldan iki harfin arasında kimsenin okumadığı bir alfabe kırık yoğun yeni kendi derisini kurutuyor güneşte senin böyle ellerin vardı da hani nerdeler perdelere düşen harami kül
reçine sürdüğün yerden açılan güvercin su ve değirmen taş bir kadın sesine değdi ve bölündü dışımızdan bakan gözlerin içimizden kopan feri iğdeler dalından kehribara yosundan firuzeye benim bir kukla olduğumu söyleme kuklalara boynumu öperken gölgeler ustura ve keman
bulut bu sonra dünyanın şemsiyesi kurutup kaldıralım kışa doğru uzatarak açınca dolapları yağmur yağsın naftalinli köpükleri ters çevir bir sürü sandalımız olsun cehennemin içinden kürek çekerek göğsümüze oturup körük çeken kalaycı dönüp duruyor bir teknenin içinde tutunarak yıldızlara kum ve ses
hepsi bu
konvoylar ve kovboylar
iğde kokuları vardı ve yapraklarının gümüş gibi ellerimize sıvanan yönü ayın duldasında dudaklarımızda özentili bir kovboy ıslığı john wayne kaç tane kızılderili öldürmüş
karanlık beyaz adamın kafa derisi değilse bu kadar gerilmeli değil def gibi ovaya bir adım daha atsak bütün yarasalar havalanır bir kurşun bir kurşunu nasıl öpeceğini bilse
harman yerinde itler dalaşıyor uyuyun kına bıçaklar hazır kenger ve meşin yuvarlak sadece fanilamızda yaka var parti rozetlerine ben uyumadan kimseler varamaz farkına
boş böğrümü delip geçen bir kurşundu kuş dinlediğim ilk nutuk şehirli bir kirpi gibi ne sırtıma giydim ne de arı kovanlarına yakın sonradan duydum zehirli bir okla vurulmuş
musalla taşına hep kısa gelirdi boyumuz belki bu yüzden inanmazdık büyümeden öleceğimize yeşile boyardık yumurtayı ama beyaz çıkardı civciv sonra fötr şapkalı siyasîler gibi dalardı kümese tilki
daha “sen” yokken yani sevmemişken seni ben konvoylar ve kovboylar vardı ve biz ağaçlardan her gün yeni bir at keserdik ve her akşam atımıza türküler söylerdik ocakta yanarken
aşk
aşk ki acıya bulanmış bir yaz güneşi mademki durur başucumuzda ışıktan salkımlarla bir kadın eliyle ayrılabilir dalından ve sunulabilir kesik başlar gibi zehirli tepsiler içinde
gün devrilir gibi olur sonra çiçeğe durur zaman eflatundan dönen ağaçların ağır buğusu genzimizde bir bulutla buluşturur kanı örten kurşunu ve ölümü bir zafer nişanesi olarak takar göğsümüze
aşk ki bir kadına yükselmenin iskelesini kurar gölgeden yasak meyveye gömünce dişlerinin leoparlarını ayın doğurgan bir incelişle uzaklaştığı geceden iner ve güneşin erkeksi acısına yürür gri suskularla
çoktur ateşin ekmeğe dönüşerek sustuğu bilinir gizliden kılıcını şakağımızdan incecik bir çizgi geçiren süvari diz çöküp bir kara örgünün önünde sınanır ve toprağa sızan ışığı kemiklerinden bağışlar zırhının altında
aşk ki elmastan kentini yakın kurmuştur tanrıya erişmek tohumlarını hayata uzak saçmıştır teleklerini mürekkebe batırdığı kuşlar sönmüş yıldızlar katında ve kırık merdivenleri bir kadının bileğine tırmanır
aşk ki acıya bulanmış bir yaz güneşi
lâl ü ebkem çağ içre gazel
Fuzûlî’nin aziz ruhuna I gözleriniz değdiği yerde boşluk bırakmazdı boşluğa değmezdi bakışlarınız efendim bir dervişin n'ola ki devşirdiği hüsn-i nazardan gayrı
değer mi bir söz söylesem cânınıza cânım efendim bir selâm etsem selâmete erer mi tek ü tenha bulur mu sizi yundukça kirlenirken gömleğim değer mi bu lâl ü ebkem çağ içre bir söz söylesem kim duyar feryâdımı kadîm mısralarda dolaşan bülbül-i zârdan gayrı
bu teşrînler ki dökülmüş kadeh gibidir lâleler kadehlerin ayaklarınızı öptüğü yerdeyim efendim dardayım efendim dâra çekilmekteyim mansûr gibi bir goncayı çok görür oldu yârân bize a cânım hem-demimiz kalmamıştır kalmamıştır devletlüm ağyârdan gayrı
II geceler mahrem değil cânım geçilmez bulvar ışıklarından gündüzler hayli üryân sînemiz büryân korkarım bezmi teşrîfiniz muhâl olmuştur efendim nice ki bir özge vakt erişe leyl ü nehârdan gayrı
bir devr-i apolet bir devr-i rozet içindeyiz kim sorma gitsin sultânım kalemi kana doydu şâir-i mâder-zadların üstâd-ı sühândınız şi'riniz bî-bedel takmadınız göğsünüze a cânım takmadınız hârdan gayrı
semtiniz zulm ile âbâd olmaktadır sultânım yanlış hesap mekân tutmuştur bağdâd'ı meşhed tehdît altındadır gözüm cânım efendim kerbelâ toprağında belâ kol gezmektedir kim bilir kabrinizi kim çalar kapınızı kim çalar öksüz bir rûzigârdan gayrı
III şikâyetnâmeniz bugünler içinmiş devletlüm leylâ vü mecnûn barlarda batakhânelerde söyleşir oldu çeşm-i humâr dîde-i huffâş ne gezer asr-ı âhirde kim okur şi'rinizi kim tutar vasiyyetinizi kim tutar bahtiyârdan gayrı
gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım
siz çok deniz görmüşsünüz
Z için
siz çok deniz görmüşsünüz gözlerinizden belli yakamozlar parıldıyor saçlarınızda her gece belki ay ışığı belki düşerken tutunmuş kıvrımlarına belki saçlarınızdan öpmüş kızıl dudaklarıyla deniz hiçbir deniz görmemiş sizi nerden bileceksiniz nerden bileceksiniz gümüş bileklerinize dolanan düşlerimi
siz çok martılar kondurmuşsunuz parmaklarınıza çok rüzgârlar toplamışsınız kanatlarından bembeyaz siz neden hep yarım kalmış atların terkisinde ufukları kamçılayan bakışlarınızla bu kadar umarsız hangi baharı beklersiniz hangi bahar kadar kararsız hangi mevsim kanım kadar gül düşer saçlarınıza
siz çok şehirlere siz çok balkonlara siz çok yüreğime siz çok geliyorsunuz çok uzaklardan geçip gidiyorsunuz adınızı zehir gibi gizliyorum dilimin altında size bir kere bile duyuramıyorum sesimin mavisini gözlerinizde affedin gizlice buldum denizlerin en yenisini affedin kirpiklerinizin gölgesinde uyanıyorum her sabah
siz yüreğimi bir martı gibi kondurduğum parmaklarına siz nefesinize vurulup düşerim köpükler gibi denize sabahlara kadar ölebilirim sizden habersiz parmaklarınız sulara değdiği zaman irkilir dirilirim ak topuklarınıza ölü bir deniz gibi kıpkızıl serilirim ölü bir deniz gibi her akşam affedin öperim saçlarınızı
siz o gri bulutların sıtmalı gecesini bilmezseniz yağmur olup öptüğümü bilmezsiniz avuçlarınızdan hangi balkonlardan düştüğümü tutunamayıp saçlarınıza bilmezsiniz tırnaklarıma kadar sizi büründüğümü bilmezsiniz hangi aynada size siz diye göründüğümü siz bilmezsiniz yastığınıza gömdüğüm uykunun rengini
oğul çiçeklemesi
mehmet yusuf’uma… ağır atlar geçiyor toprağın altından oğlum ölülerin bir sefere hazırlandıklarını çoktandır biliyordum başımı kalbimin üstüne koydular kesip kör bir bıçakla sınanan babanın sol yanıyım ben
sağ elimle kavradığım dünya korkuyla büyüyor oğlum -re’sü-l hikmet-i mehafetullah- dağların titreyerek terlediğini görüyorum bir sorudan
tarih zaman değildir oğlum zamanın üstüdür belki yaşamak bir gölgenin yenilgisidir bizi yalnız harflerin eğimiyle hatırlayacak çocuklarımız başucumuzdaki taşın soğukluğuyla
eşyanın tasviri seni dünyaya bağlar ve yenilirsin şiirde bile parıldayan dişlere atacak bir okun varsa nefsine atmalısın
eğil ve dinle toprağın altında ne çok kelime ne çok öykü var ki hiç yazılmayacak ne çok kıssa ne çok şiir
vehimlerine inanmaya başlarsan bir dağa yaslan vadilere bağır ulu ağaçlarla konuş sesinin yankısında ara yalnızlığı arayacaksan dilinin altında balçık yaparak evini kurmayı dene
bulutların ne taşıdığını anlamak için toprağın ne söylediğini iyi dinlemelisin oğlum
ben o yaşa ne zaman erdim öğüt ne zaman değdi dilime beyaz bir yumak olarak dururken kırçıl heybesinde bir ölünün
seni ellerinden tutup hangi söze çekiyorum şimdi ve sen ne zaman soracaksın bunun hesabını salıncakla sarkacın farkını ne zaman
ağır ırmaklar geçiyor göğün üstünden oğlum yükümüz hayli ağır öykümüz ağır ağır şekilleniyor fakat çevik olmak lâzım kalbimizden adını geçirirken
seni bana bir kuş gibi gönderene seni bana bir armağan bir emanet
geceleyin aya karşı yürümek kimse bilmiyor sen bile sınır taşları bile yüzündeki coğrafyada kaç kere vurulduğumu sonra kim sardıysa yaramı yaşamayı yeniden öğreterek durup bir daha sevdim bir daha seni
sonra bir şiire “sonra” diyerek başlamamın sebebini anlattım ilk defa kendime anlatır gibi sana ilk defa sana anlatır gibi kendime işte her kimse keçe sarmış yaramın üstüne uzun bir yolun başında bir savaş suçlusu gibi boy göstermem için olmalı
belki ayın gökte böyle uzaması bir şiir söylemez sana yolun bir anlamı da korku biriktirmektir sevdaya dair fakat ben alnımda senin gövdeni taşır gibi yürürüm aya karşı oturur bir dağ yaparım sonra yokluğundan sabaha karşı bir direniş olsun diye
oysa sessizce ölebilirdim kalkıp gider gibi geceyle buluşmaya tarlalarda yaban nergisleri arayan çocuklarla -onları sana anlattım nasıl ölür gibi uyuduklarını uyur gibi öldüklerini anlattım sana-
gittin bir köşede oturdun uzak iklimlerin düşüne sarınarak boynuna bir bulut dolandı gri bir fular ben kara bir geceye yazacaktım seni durup durup öpeceğim diye korkumdan bir şelaleye sığındım beyaz bir öfkeyle bulduğum dudaklarından
ne kadar uzundur ki aya karşı yürümek akarken gece doğarken çıktığın menzile batarken ulaşırsın yine de yol yoldur işte ayrılık ayrılıktır
şehirler göstermeye söz vermiştin bana pencerede öksüz bir yağmuru uğurlarken ben öldükçe çoğalan bakışlarınla büyütüyorsun aynaları biliyorum çiçekler içinde yatan bir çocuk gibi çiçekten öleceğini kimin söyleyeceğini işaret ederek
ayaklarımda yorgun bir çarıktır zaman ipekli yüzüyle bizi sarıp sarmalayacak toprağın hafifliği kar mı yağmış neden ağarıyor aramızdaki mesafe dünya değil midir kar üstüne düşen kan damlası dünya değil mi
kimse bilmiyor sen bile kaç kutuplu evrenin yıldızları bile durup durup sevdim seni kimse bilmiyor
tecelli
canımın ocağa düştüğü yerde bir ağaç bir ağaç filizlenir diye oturup bekliyordum siz bana “gel” dediniz orada ay vardı çocuklarının gözlerine arpacık için sarımsak süren kadınlar ruhtan yalnızca onlar anlıyorlardı orada saçlarını toplayarak yatan ölülerin haberi dolaşıyordu kubbelerin bir su damlası gibi sessiz sessiz uğuldadığı bize meleklerine ateşi söndürmeyi emreden tanrıyı anlatır gibi uzattınız elinizi orada ölüme aşı yapan rençberler içinde gezinip durdum günlerce ayın üstüne kan damlayacak sandımdı irkilerek gölgemden kapkara taşları ruhumla boyayarak yol yaptımdı oysa dudaklarınızdan uçan mercan kuşu -daha önce görülmemiş miydi- konacak dal ararken bulmuştu yüreğimin en titrek yaprağını kurşun bir koku gibi sokuluyor dağlarda beklerken alıp götürmesinler diye geceyi ikimiz bir çıkrığın sesiyle ağlarken avluyu kaç kere dolaşıyor aynı rüzgâr ileride kubbelerin altında dünyayı omuzlarının üstünden seyredenlerin ölümle hafifliyor insan bunu toprağı dinleyerek öğrendim çiçekler renginden yıkanırken hafifliyor yaşadıkça bir kanat dileyin tanrıdan bizim için yaşamak ağır ağır geliyor yaşamak ağır geliyor aşk aşığın olmadığı yerde de vardır toprağa çizerken kalbimin haritasını bir ağaç dalıyla bunu böylece söyledinizdi köpüklerin ışığının nasıl toplanacağını talim ediyorduk saçlarınızla ben yalnız ölümü talim etmek istiyordum gözlerinizin önünde alçıdan günahlar işledik alçıdan ve kireçten hiç kimsenin inancı geçemedi kendi putunu biz geldik ve kapında çöl develeri gibi yorgun duruverdik gölgemizin duvarları kana boyadığı bir vakitti taşların kırılan yerlerinden güvercinler fışkırıyordu gömgök canımın ocağa düştüğü yerde bir ağaç filizleniyordu
|
|
|
Yenililklər
|